Mustafa her sabah bacakları sızım sızım sızlayarak uyanıyordu. Eskiden bunu gün içinde yağacak olan yağmura yorardı. Kahvedekilerin kendisiyle alay edip "Ne oldu yağmadı senin yağmur? Sen bu bacakları değiştir" şeklinde konuşmalarından sonra duruma uyanmış, konunun yağmur değil evdeki rutubet olduğunu anlamıştı. Ev dediyse lafın gelişi ev. Kimsesiz bir adamcağız kalıyormuş önceleri. Adam ölüp cenazesini belediye kaldırınca ev boş kalmış. Muhtar da kahvenin önünde kendisini görünce "Mustafa abi havalar soğuyor, parkta uyunmaz artık" deyip bu barakayı göstermişti. Kira falan da istememişti. İki aydır parkta yatıp kalkıyordu. Ödeyememişti evin kirasını. Yağmur yağdığında bir kaç yerinden akıtsa da başında bir çatısı, rüzgârı kesmeye gücü yetmese de küçük bir penceresi, boyasız olsa da dört duvarı olmuştu. Eşyaları da pek mütevaziydi. Kapının arkasındaki iki çivi dolap görevi görüyordu. Hırkası, yedek gömleği burada asılıydı. Emektar dediği, ekmek teknesi boya sandığı da kapının girişinde duruyordu. Nemden neredeyse ıslak olan, rengi kirli bir sarı ve kahverengi bulamaca benzeyen yorganıyla yatağı da karşı duvardaydı. Kahveden aldığı arkası kırık sandalyenin üzeri mutfak eşyalarını topluyordu. Altında da küçük tüpü vardı.
Sabah boya sandığını alıp kahvenin önündeki kuytuya
yerleşiyor, kahveci Muammer çay getirirse içiyordu. Kahvedekilerin, yoldan
geçenlerin ayakkabılarını boyuyordu. Bazen bir evden bir çanta dolusu ayakkabı
getirip döküyorlardı önüne. Zaten bir kaç kuruş kazanıp karnını doyurursa ertesi
günü tatil ilan ediyordu. Parkta oturup yüzünü güneşe dönüyordu. Güneş sertleşmiş
derisinden, kırışıklıklarından içeri sızıyordu. Kemiklerine kadar ulaşıyor, onu
bir sevgili gibi sarıyordu. Ara sıra gözünü açıp parkta bebeğini dolaştıran
annelere, okuldan eve dönen gençlere, bankta oturup birbirleriyle yarenlik eden
emeklilere bakıyordu. Bu bakış bir bahar meltemi gibiydi. Rahatsız etmeyen, ürpertmeyen,
derine inmeyen... Yavaşça, sakince bakıyordu. Düşünmüyor, yorum yapmıyordu.
Bu yetiştirme yurdunda, çok erken yaşlarda edindiği bir
bilgiydi. İnsanların acı dolu hikâyeleri vardı. Bazı yaralar hala kanamaya
devam ediyordu hatta. Bu kadar ağır yükler taşıyan insanları bakışlarıyla
rahatsız etmemeliydi. İnsanların
gülümsüyor olması, mutlu oldukları anlamına gelmiyordu. Yurtta Samet vardı
mesela. Dünya yansa hasırı yanmazdı. Çilli suratı, turuncu saçlarıyla hep
sırıtırdı. Çelimsiz, çırpı bacaklarıyla top oynamaya çalışır, büyük çocuklar
çelme takınca düşerdi de yine sarı dişlerini göstere göstere gülümserdi.
Yatakhanede sırtındaki yol yol kırmızı izleri görünce açıklamıştı gülerek ,
"üvey babam yaptı, sobanın demiriyle". Yumuşacık bakmıştı ona. Mayıs sabahlarının,
serin, ferah üşütmeyen meltemi gibi. Bilirdi yani, insanlara soru sormamayı,
yaralarını deşmemeyi... Bir keresinde yatakhanenin penceresinden bir kadının yurda
bırakırken bir çocuğa sarıldığını
görmüştü. Sarı yeşil zehirli bir kıskançlık dolanmıştı bedenine. Kalbini
sıkmıştı. O çocuk, Ömür “annem beni alacak söz verdi” diye pencerelerde
beklemişti aylarca. Sonra yaklaşmaz olmuştu gelen giden olmayınca. Mustafa kıskançlığından utanmıştı. Ömür,
aldatıldığından utanmasın diye gözlerine bakmamıştı hiç. Halden anlardı. Onu
uzaktan koruyup kollamıştı. Dayak yemesin diye, kandırılmasın diye.
Bazılarını duygusuz yapmıştı yurtta yaşamak, bazılarını
acımasız, bazılarını onursuz, bazılarını şefkatli, bazılarını arkadaş canlısı.
Mustafa ürkek, temkinli biri olmuştu. Sessizce geçerdi insanların yanından.
Fark edilmezdi. Kimseyi rahatsız etmezdi. Kimseden bir şey istemezdi.
O sabah da ağrıyan bacaklarını yataktan sarkıtıp, elleriyle
dizlerini ovaladı. Ses duyunca pencereye baktı. Onu gördü. Minik pembe ağzını
açmış, sesinin yettiğince bağırıyordu. Henüz bir kuyruğunun olduğundan haberi
olmayacak kadar küçüktü. Kuyruğu havada, bütün tüyleri dikilmiş, var olduğunu
duyurabilecek tek varlığı sesiyle mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Mustafa
farkında olmadan gülümsedi. Yavru kedilerin böyle bir gücü vardı. Birden
gülüveriyordu insan.
Bir ev sahibi sorumluluğuyla kediye ne ikram edebileceğini
düşündü. Süt ne arasın Mustafa’nın evinde. Plastik kabın dibinde biraz yoğurt
kalmıştı. Parmağına alıp ufaklığa uzattı. Ufaklık pütürlü diliyle yaladı. Biraz
daha getirdi. Onu da silip süpürdü. Neyse ki midesi de minikti de doydu. Eline
sürtündü Mustafa’nın. Sonra yüzünü kokladı. Aynı merakla açık pencereden içeri
baktı. Pat atladı içeri. Odayı milim milim kokladı. Yatağa çıkmayı denedi. Çok
yüksek geldi başaramadı. Arkasında onu gözleyen Mustafa’nın desteğiyle yatağa
tırmandı. Bir iki kendi çevresinde dönüp yatıverdi. Birlikte geçirdikleri zaman
boyunca Mustafa’nın aşina olacağı yalanma seremonisi başladı. Dakikalar boyunca
gözleri yarı kapalı, bütün vücudunu minicik diliyle yalaya yalaya temizledi.
Yeterince temiz olduğuna ikna olunca da kirden rengi atmış çarşafın üzerinde
uyuyakaldı.
Mustafa bütün bunlar olurken, merakla ama ürkütmeden,
şefkatle ama acımadan baktı ona. Arka patisindeki görünen yarasına, içinde
görünmeyen sahipsizliğin yarasına baktı. Boyuna, posuna aldırmadan hayatta
kalmak için verdiği mücadeleye, bu dünyada kendine yer açmak için bulduğu bu
gariban yatağa baktı. Anlaşılan bir ev arkadaşı olmuştu ve masrafa ortak olacak
birine benzemiyordu. Süt almak için bakkala yollandı.
Kediye ne isim verilir bilmezdi Mustafa ama bu kıza
seslenmesi lazımdı. Ona Hacer dedi. Hacer görünüşe göre sadece yemek yiyor ve
uyuyordu. Bunun böyle olmadığını kısa sürede anladı Mustafa. Mustafa’nın
gelişini pencerede bekliyor, keyifsizse hemen kucağına tırmanıyordu. Neşeliyse bacaklarına sürtünüyordu. Yatakta
hemen yanına kıvrılıyor, soğuk havalarda bacaklarına yakın yatıp dizlerini
ısıtıyordu. Hacer o kocaman gözleriyle Mustafa’ya bakıyor, onu görüyor ve
koruyordu. İncitmeden, utandırmadan, olması gerektiği gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder