9 Aralık 2025 Salı

PENCERE

 




Mustafa her sabah bacakları sızım sızım sızlayarak uyanıyordu.  Eskiden bunu gün içinde yağacak olan yağmura yorardı. Kahvedekilerin kendisiyle alay edip "Ne oldu yağmadı senin yağmur? Sen bu bacakları değiştir" şeklinde konuşmalarından sonra duruma uyanmış, konunun yağmur değil evdeki rutubet olduğunu anlamıştı. Ev dediyse lafın gelişi ev. Kimsesiz bir adamcağız kalıyormuş önceleri. Adam ölüp cenazesini belediye kaldırınca ev boş kalmış. Muhtar da kahvenin önünde kendisini görünce "Mustafa abi havalar soğuyor, parkta uyunmaz artık" deyip bu barakayı göstermişti. Kira falan da istememişti. İki aydır parkta yatıp kalkıyordu. Ödeyememişti evin kirasını. Yağmur yağdığında bir kaç yerinden akıtsa da başında bir çatısı, rüzgârı kesmeye gücü yetmese de küçük bir penceresi, boyasız olsa da dört duvarı olmuştu.  Eşyaları da pek mütevaziydi. Kapının arkasındaki iki çivi dolap görevi görüyordu. Hırkası, yedek gömleği burada asılıydı. Emektar dediği, ekmek teknesi boya sandığı da kapının girişinde duruyordu. Nemden neredeyse ıslak olan, rengi kirli bir sarı ve kahverengi bulamaca benzeyen yorganıyla yatağı da karşı duvardaydı. Kahveden aldığı arkası kırık sandalyenin üzeri mutfak eşyalarını topluyordu. Altında da küçük tüpü vardı.

Sabah boya sandığını alıp kahvenin önündeki kuytuya yerleşiyor, kahveci Muammer çay getirirse içiyordu. Kahvedekilerin, yoldan geçenlerin ayakkabılarını boyuyordu. Bazen bir evden bir çanta dolusu ayakkabı getirip döküyorlardı önüne. Zaten bir kaç kuruş kazanıp karnını doyurursa ertesi günü tatil ilan ediyordu. Parkta oturup yüzünü güneşe dönüyordu. Güneş sertleşmiş derisinden, kırışıklıklarından içeri sızıyordu. Kemiklerine kadar ulaşıyor, onu bir sevgili gibi sarıyordu. Ara sıra gözünü açıp parkta bebeğini dolaştıran annelere, okuldan eve dönen gençlere, bankta oturup birbirleriyle yarenlik eden emeklilere bakıyordu. Bu bakış bir bahar meltemi gibiydi. Rahatsız etmeyen, ürpertmeyen, derine inmeyen... Yavaşça, sakince bakıyordu. Düşünmüyor, yorum yapmıyordu.

Bu yetiştirme yurdunda, çok erken yaşlarda edindiği bir bilgiydi. İnsanların acı dolu hikâyeleri vardı. Bazı yaralar hala kanamaya devam ediyordu hatta. Bu kadar ağır yükler taşıyan insanları bakışlarıyla rahatsız etmemeliydi.  İnsanların gülümsüyor olması, mutlu oldukları anlamına gelmiyordu. Yurtta Samet vardı mesela. Dünya yansa hasırı yanmazdı. Çilli suratı, turuncu saçlarıyla hep sırıtırdı. Çelimsiz, çırpı bacaklarıyla top oynamaya çalışır, büyük çocuklar çelme takınca düşerdi de yine sarı dişlerini göstere göstere gülümserdi. Yatakhanede sırtındaki yol yol kırmızı izleri görünce açıklamıştı gülerek , "üvey babam yaptı, sobanın demiriyle". Yumuşacık bakmıştı ona. Mayıs sabahlarının, serin, ferah üşütmeyen meltemi gibi. Bilirdi yani, insanlara soru sormamayı, yaralarını deşmemeyi... Bir keresinde yatakhanenin penceresinden bir kadının yurda bırakırken bir çocuğa  sarıldığını görmüştü. Sarı yeşil zehirli bir kıskançlık dolanmıştı bedenine. Kalbini sıkmıştı. O çocuk, Ömür “annem beni alacak söz verdi” diye pencerelerde beklemişti aylarca. Sonra yaklaşmaz olmuştu gelen giden olmayınca.  Mustafa kıskançlığından utanmıştı. Ömür, aldatıldığından utanmasın diye gözlerine bakmamıştı hiç. Halden anlardı. Onu uzaktan koruyup kollamıştı. Dayak yemesin diye, kandırılmasın diye.

Bazılarını duygusuz yapmıştı yurtta yaşamak, bazılarını acımasız, bazılarını onursuz, bazılarını şefkatli, bazılarını arkadaş canlısı. Mustafa ürkek, temkinli biri olmuştu. Sessizce geçerdi insanların yanından. Fark edilmezdi. Kimseyi rahatsız etmezdi. Kimseden bir şey istemezdi.

O sabah da ağrıyan bacaklarını yataktan sarkıtıp, elleriyle dizlerini ovaladı. Ses duyunca pencereye baktı. Onu gördü. Minik pembe ağzını açmış, sesinin yettiğince bağırıyordu. Henüz bir kuyruğunun olduğundan haberi olmayacak kadar küçüktü. Kuyruğu havada, bütün tüyleri dikilmiş, var olduğunu duyurabilecek tek varlığı sesiyle mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Mustafa farkında olmadan gülümsedi. Yavru kedilerin böyle bir gücü vardı. Birden gülüveriyordu insan.

Bir ev sahibi sorumluluğuyla kediye ne ikram edebileceğini düşündü. Süt ne arasın Mustafa’nın evinde. Plastik kabın dibinde biraz yoğurt kalmıştı. Parmağına alıp ufaklığa uzattı. Ufaklık pütürlü diliyle yaladı. Biraz daha getirdi. Onu da silip süpürdü. Neyse ki midesi de minikti de doydu. Eline sürtündü Mustafa’nın. Sonra yüzünü kokladı. Aynı merakla açık pencereden içeri baktı. Pat atladı içeri. Odayı milim milim kokladı. Yatağa çıkmayı denedi. Çok yüksek geldi başaramadı. Arkasında onu gözleyen Mustafa’nın desteğiyle yatağa tırmandı. Bir iki kendi çevresinde dönüp yatıverdi. Birlikte geçirdikleri zaman boyunca Mustafa’nın aşina olacağı yalanma seremonisi başladı. Dakikalar boyunca gözleri yarı kapalı, bütün vücudunu minicik diliyle yalaya yalaya temizledi. Yeterince temiz olduğuna ikna olunca da kirden rengi atmış çarşafın üzerinde uyuyakaldı.

Mustafa bütün bunlar olurken, merakla ama ürkütmeden, şefkatle ama acımadan baktı ona. Arka patisindeki görünen yarasına, içinde görünmeyen sahipsizliğin yarasına baktı. Boyuna, posuna aldırmadan hayatta kalmak için verdiği mücadeleye, bu dünyada kendine yer açmak için bulduğu bu gariban yatağa baktı. Anlaşılan bir ev arkadaşı olmuştu ve masrafa ortak olacak birine benzemiyordu. Süt almak için bakkala yollandı.

Kediye ne isim verilir bilmezdi Mustafa ama bu kıza seslenmesi lazımdı. Ona Hacer  dedi. Hacer görünüşe göre sadece yemek yiyor ve uyuyordu. Bunun böyle olmadığını kısa sürede anladı Mustafa. Mustafa’nın gelişini pencerede bekliyor, keyifsizse hemen kucağına tırmanıyordu.  Neşeliyse bacaklarına sürtünüyordu. Yatakta hemen yanına kıvrılıyor, soğuk havalarda bacaklarına yakın yatıp dizlerini ısıtıyordu. Hacer o kocaman gözleriyle Mustafa’ya bakıyor, onu görüyor ve koruyordu. İncitmeden, utandırmadan, olması gerektiği gibi.

Sabahları pencereyi açıp camdan dışarıyı birlikte izliyorlardı. Genç bir kız yoldan geçerken ikisini görmüş, boynundaki makinenin deklanşörüne basıvermişti. “Habersiz oldu kusura bakmayın. Dayanamadım. Çok benziyorsunuz. Hele de gözleriniz.” demişti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder