Kaldırımda oturuyorum. Dört
yıldır her şeyim olan; sığınağım, kalem evim yanıyor. Sanki dev bir ejderha onu
kocaman ağzında çiğniyor. Elleriyle duvarlarını, kolonlarını koparıyor. Siyah
bir posaya çevirip atıyor. Evimin sessiz çığlıkları gökyüzüne yükseliyor.
“İtfaiye nerede kaldı?”
diye bağırıyor dağınık sarı saçlı, pijamalı kadın.
Beyaz atletli kel adam
“Su yok mu, su?” diye sesleniyor. Tanımıyorum
hiç birini. Kimsem yok burada. Evim vardı sadece, her şeyim oradaydı.
Sokağa bakan küçücük
penceresi patlıyor evimin. Küçük ağzını kocaman açıyor, nefes
almak için… Alevler gırtlağına yapışmış. Kırmızılar, sarılar, siyahlar sürekli
yer değiştiriyor. Birbirlerine dolanarak yükselirken bazen birleşip bazen
ayrılıyorlar. Acı dolu benzersiz bir dans sergiliyorlar. Sirenleri ve hortumları
ile kırmızı renkli itfaiye araçları da bu dansa dâhil oluyor. Oysa buraya ait
değiller. Uyumsuz bir tablo!
Yetkili “İçeride kimse
var mı?” diye soruyor
Beni işaret ediyor
beyaz atletli, “Bu vardı çıkardık. Evi
de, çöp evmiş diyorlar.”
Hayır,
hayır çöp değil onlar. Evim o.
Ambulans da geliyor.
Turuncu yelekli bir kadın,
“Teyzeciğim, gel bir
bakalım sana. Yürüyebilecek misin?” Otomatik bir ses... Giriveriyor koluma. Bir
battaniye, su, tansiyon… Hızlı hareket ediyor.
“Burada otur olur mu
teyzem?” Cevap beklemiyor ne güzel.
Su sıkıyorlar. Alevler
alay eder gibi daha da yükseğe tırmanıyor.
Bu
şehre hiç gelmemeliydik Mehmet, demiştim.
Güvenlik görevlisi işi bulmuş. Murat küçükken göç
edersek para kazanırmışız. Köyde kimimiz var ki zaten. Boğulacaksak büyük
denizde boğulalım. Öyle demişti…
Çatı büyük bir
gürültüyle çöküyor. Ev kendi üstüne kapanıyor.
Murat
küçük…
Pijamalı sarışın resmi
kıyafetli birine beni işaret ediyor. Elini kolunu sallayarak konuşuyor. Aklımla
ilgili bir şeyler anlatıyor. Kelimeler, yanarken uçuşan kâğıtlar gibi
dağılıveriyor.
Çöp
değil benim evim.
Neler atıyor insanlar
çöpe? Karton kutu, şişe, kalem, gazete, defter…
Murat
resim yapalım gel oğlum.
Pil, oje, gömlek, örtü,
radyo, cüzdan… Önce odanın köşesine topladım. Üst üste, üst üste… Sonra…
Bir oda bir mutfak zaten evim. Oysa bütün
şehri evime doldurmak istiyorum! Yoksa bu boşluk nasıl…”
Yan duvar, kumdan yapılmış
sanki çöküveriyor.
Çöp olur mu hiç?
Fotoğraf çerçeveleri buldum. Fasulye ve pirinç bulaşmıştı üstlerine. Yemek
yapılmış evde belli. Çocuk yememiş, onun tabağındaki sıyırıp çöpe atmış annesi.
Olsunmuş, yatmadan önce süt içermiş.
Mehmet kolunu omzuma
atmış. Beni her kötülükten koruyacakmış gibi.
Ben Murat’ın elinden tutuyorum. Onu yerleştirdim çerçeveye.
“Gidecek yerin var mı
ablacığım?” diyor üniformalı. Şokta olduğumu söylüyor, otomatik sesli hemşire.
Evimin
kapısı simsiyah...
Gelince bu gecekonduyu
tutmuştu Mehmet. İki kanepe, birkaç kap kacak. Menemen yapmıştım o gün. Şeffaf
bir poşette biber tohumları, yumurta kabukları… Ucu düğüm.
“Baba! Ben de geleyim,”
diye atılmıştı oğlan.
“Hadi birlikte
gidelim,” demişti babası. “Ekmek alırız,
sana da şeker.”
Çöpü tutuşturdum
Mehmet’in eline. Sokağın başında çöp konteyneri.
“Basket gibi at baba!”
Karşısı fırın,
görmemişler. Araba hızlıymış. Murat oracıkta can vermiş. Mehmet hastaneye
varamadan yolda.
Birkaç
saat önce tüpü yakmak için gazı olan bir çakmak arıyordum. Yüzlerce çakmak. Rengarenk.Şekerlemelere
benziyorlar.
Çat
çat… Yanmadı at. Çat çat. Yanmadı at. Yanmış meğer.
Poşetler
tutuştu, gazeteler, peçeteler, perdeler, karton kutular…
Alevler yakacak yeni
anılar bulmuş olmalılar. Epey canlandılar. İtfaiye çaresiz...
Bu su bardağını alayım,
kullanırım mutlaka.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder